• Nombre de visites :
  • 1351
  • 5/11/2012
  • Date :

PEŞAVER GECELERİ:İmam Hüseyin (a.s)’ın Kıyamı,“La İlahe İllallah”‌‌ Şeceresini Korumak İçin Gerçekleşmiştir

peşaver geceleri:imam hüseyin (a.s)’ın kıyamı,“la ilahe illallah”‌‌ şeceresini korumak için gerçekleşmiştir

YEDİNCİ OTURUM

İmam Hüseyin (a.s) Makam Peşinde Değildi

Davetçi: Daha önce arz ettim ki; her iyi ve kötü amel, marifetin neticesidir. İlk önce kendi Allah’larını tanımalı ve daha sonra yüceler yücesi Allah tarafından Hatem’ul- Enbiya’ya (s.a.a) nazil olan semavi kitabı tasdik etmelidirler. Tasdikin anlamı şudur: O kitapta var olan her şeyi kayıtsız şartsız kabul edilmelidir. İtirazcılar, maddeci iseler ve hissi (somut) deliller istiyorlarsa, onlara cevap vermek çok kolaydır. Vakit geç olduğundan dolayı konuya kısaca değinmek istiyorum.

Beş Seçkin İnsan, Her Çeşit Çirkin Amellerden Uzaktılar

Kur’ân’a tabi olan bir müslümanın, Resulullah (s.a.a)in reyhanı olan Hüseyin bin Ali (a.s)’ın makam ve saltanat sevgisine sahip olduğunu söylemesi hakka ve hakikate aykırı olup Kur’ân ’ı ve Resulullah (s.a.a)’ı inkar etmek demektir. Çünkü Ahzab suresinin 33. ayetinde, Allah-u Teala onun (İmam Hüseyin (a.s) ) pak ve temizliğine şahadet vererek, dedesi (s.a.a) babası (a.s) annesi (a.s) ve kardeşi (a.s) gibi her türlü kötülükten pislikten arınmış olduğunu söylüyor. Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Ancak ve ancak Allah Teala siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit pislik ve kötülüğü) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”‌

Müslim, Tirmizi, Salebi, Secistani, Ebu Naimi İsfahani, Ebu Bekr-i Şirazi, Suyuti, Himvini, Ahmed bin Hanbel, Zemahşeri, Beyzavi, İbn-i Esir, Beyhaki, Taberani, İbn-i Hacer, Fahr-u Razi, Nişaburi, Askalani, İbn-i Asakir vb. büyük alimlerinizin ekseriyeti bu ayetin Penç ten Âl-i Aba’nın yani Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s)’in hakkında nazil olduğunu kabul etmişlerdir. Ayrıca bu konuya genişçe de yer ayırmışlardır.

Bu ayet, beş seçkin insanın her türlü pislik ve kötülükten uzak olduklarına en büyük delildir. Açıktır ki, dünya makamına olan sevgi ve dünyaya olan düşkünlük bu pisliklerden birisidir. Birçok ayet ve hadisler, emir ve sultanlar gibi heva ve heves yüzünden dünyaya yani dünya makam ve riyasetine gönül vermeyi yermiştir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.a) ve masum İmamlar (a.s)’dan bu konu hakkında birçok hadis nakledilmiştir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu hadislerin birinde şöyle buyuruyor:

“Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.”‌

Eba Abdillah’il- Hüseyn (a.s) kesinlikle dünya makamına talip değildi, fani bir saltanat için canını feda etmedi, ailesini bu uğurda düşmana esir etmedi. Kim bu mananın bilincinde olduğu halde İmam Hüseyin (a.s)’ı dünya düşkünü birisi olarak nitelerse, kesinlikle Kur’ân-ı Kerim’i inkar etmiştir.

İmam Hüseyin (a.s)’ın Kıyamı Zahiri Riyaset ve Hilafet İçin Değildi

Bir takım insanlar da vardır ki, (ayet ve hadislerle ikna olmadıkları için) hissi deliller istemekteler. Onlara verilecek hissi delil çoktur. Ancak zamanın darlığından dolayı bu delillerin hepsini zikredemeyeceğim. Sadece örnek olarak bazılarına kısaca değinmek istiyorum.

İmam Hüseyin (a.s)’ın, Yezid’in aleyhine olan kıyamı dünyevi makamlara ulaşmak için olsaydı, Nebiyyi Ekrem (s.a.a) O’na (a.s) yardım etmeyi emretmezdi. Nitekim bu konuda sizin kaynaklarınızda birçok hadisler nakledilmiştir; onlardan birini aktarmakla yetiniyorum:

Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”‌nin 60. babında Buhari, Beğevi ve İbn-i Sikkin tarihinden, İmam’ul- Harem’in “Zahair’ul- Ukba”‌sından, “Sire-i Molla”‌dan ve daha başka alimlerinizden naklen Enes bin Haris bin Ba’ye’den şöyle dediğini naklediyor: Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duydum:

“Şüphesiz bu oğlum (Hüseyin), Kerbela denilen bir yerde öldürülecektir. Sizden her kim o gün orada olursa, ona yardım etsin.”‌

Sonra şöyle yazıyor: Enes bin Haris (Peygamberin emrine amel etmesi için) Kerbela’ya gitti ve orada Hz. Hüseyin (r.a) ile beraber öldürüldü.”‌

Demek ki, İmam Hüseyin (a.s)’ın Kerbela’daki kıyamı, hak için bir kıyam idi, makam sevgisi için değil.

İtirazcılar eğer İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden, Ehl-i Beytinin esaretine kadar olan olaylar üzerinde düşünürlerse, hak ve hakikati görürler.

Makam sevgisi için baş kaldıran ve zamanın devletine karşı kıyam eden biri, asla çoluk çocuklarıyla yola çıkmaz. Küçük çocukları, hamile kadını, kundaktaki daha ana sütü emen çocuğu kendisiyle götürmez. Aksine yalnız ve kendisini destekleyen bir grupla hareket eder, düşmana galip gelip hakimiyeti ele aldıktan ve hedefine ulaştıktan sonra ailesini yanına çağırır.

Hz. Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’ın ailesi ve küçük çocuklarıyla birlikte yaptığı bu hareket, O’nun, dünyevi hilafet ve riyasette gözünün olmadığına ve düşmana galip gelmek için hareket etmediğine büyük bir delildir. Böyle bir kastı olsaydı, Yemen’e gider, kendisi ve babasının dostlarını başına toplar ve orayı merkez edinip savaşa tam olarak hazırlandıktan sonra hücuma geçerdi.

Nitekim amcası çocukları, dostları ve kardeşleri sürekli Yemen’e gitmeyi önermiş, neticede olumsuz cevap almışlardır. Çünkü onun İmam (a.s)’ın asıl hedef ve maksadından haberleri yoktu.

İmam Hüseyin (a.s)’ın Kıyamı, “La İlahe İllallah”‌ Şeceresini Korumak İçin Gerçekleşmiştir

İmam Hüseyin (a.s), galip olmak için hiçbir maddi imkanının olmadığını biliyordu. Seksen dört kadın ve çocukla yaptığı hareket, kesin bir sonuç almak içindi. İmam (a.s) bir taraftan, dedesi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in büyük zahmetler çekerek diktiği, Bedir, Uhud ve Huneyn şehitlerinin kanıyla suladığı ve Ali bin Ebi Talip (a.s) gibi bir bahçıvanın da bakıcılığını yaptığı şecere-i tayyibe olan “La ilahe illâllah”‌ı korumak istediklerini biliyor, diğer taraftan ise zulüm, tehdit, katl ve yıkıp yakmakla bilgin bahçıvanın çıkarılması ve şecere-i tayyibeyi sulayanın onu sulamaktan alı koyulmasıyla, tevhid ve nübüvvet bahçesinin esas ve temelinin yok olmaya yöneldiğini görüyordu. Gerçi bazen asıl bahçıvan tarafından şecere-i tayyibe güçleniyordu; ama bu tam manasıyla yeterli olmuyordu. Nihayet bu bağın bakımı cahil ve inatçı bahçıvanların (yani Beni Ümeyye’nin) eline düşmüş oldu.

Üçüncü halife Osman bin Affan’ın halifeliğinden itibaren Beni Ümeyye’nin eline daha çok fırsat geçti. Onlar Osman’ın zamanında kilit noktaları ele geçirdiler. O zaman kör olan lanetli Ebu Süfyan, Beni Ümeyye’nin meclisine gelerek orada yüksek sesle şöyle dedi: “Hilafeti elden ele birbirinize devredin. Çünkü ne cennet vardır; ne de cehennem.”‌ (Yani ikisi de yalandır)

Yine şöyle diyordu: “Ey Ümeyye oğulları! Hilafeti top gibi elinizde tutmaya çalışın. And olsun Ebu Süfyan’ın yemin ettiği o şeye ki (maksadı sürekli yemin ettiği putlardır), her zaman sizin için böyle bir saltanat arzu ederdim; onu miras olarak çocuklarınıza devrediniz.”‌

Bu inançsız kavim, bütün yolları kapatmış, gerçek ve manevi bahçıvanın bu bağa koruyuculuk etmesine engel olmuştur. Çirkef Yezid’in hilafeti zamanına kadar şecere-i tayyibe neredeyse kuruyacaktı. Şeriatın ağacının ömrü bitmek üzereydi. Şecere-i tayyibe olan “La ilahe illallah”‌, Allah’ın adı ve dinin hakikati yok olmaya yüz tutmuştu.

Bahçesinin afetlere uğradığını gören her alim bahçıvan, doğal olarak hemen onu korumaya kalkacaktır. Yoksa, bahçesinin ürünleri tümüyle yok olabilir.

O zamanlar, tevhid ve risalet bahçesinin bahçıvanlığı Hz. Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’a verilmişti. Beni Ümeyye’nin inat ve ilhadı işi öyle bir yere vardırmıştı ki, neredeyse tevhid ağacını kurutacak, hatta “La ilahe illallah”‌ ağacının kökünü kazıyacaklardı. İmam Hüseyin (a.s) bu durumu görünce, yalnız ve yalnız risalet bağını sulamak ve şecere-i tayyibeyi (La ilahe illallah)’yi güçlendirmek için Kerbela’ya doğru hareket etti. Ama susuzluğun ağacın köklerine kadar işlediğini, normal suların artık etki etmediğini ve daha güçlü bir takviyeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ziraatçılar iyi bilirler, bir ağaç güçsüz düştüğünde, onu kurbanla güçlendirmeye çalışırlar. Yani koyun vb. gibi bir canlı varlığı, o ağacın canlanıp güçlenmesi için onun dibinde keser, derisi, eti ve kanıyla birlikte ağacın altına defin ederler.

Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan Seyyid’üş- Şüheda, alim bir bahçıvan olduğu için, şecere-i tayyibenin özellikle son yıllarda Beni Ümeyye’nin zamanında susuz bırakıldığını görmüştü. Onun normal sularla düzelmeyeceği belliydi, fedakarlık etmek gerekiyordu.

Şecere-i tayyibe ve şeriat ağacını sulamak, onu güçlendirmek ancak kan vermekle mümkün olurdu. Bu yüzden La ilahe illallah şeceresini sulamak için en iyi gençlerini, ashabını ve küçük çocuklarını alarak Kerbela’ya götürdü. Çünkü onları orada şecere-i tayyibeye kurban edecekti. Bazı dar düşünceliler diyorlar ki, İmam Hüseyin neden Medine’den çıktı? Orada kalmalı, kıyam etmeli ve kurbanlarını orada vermeliydi! Ama onlar şunun farkında değillerdir; Eğer İmam Hüseyin (a.s) Medine’de kalarak kıyam etmiş olsaydı, düşünür insanların bu kıyamdan haberleri olmayacak ve O Hazretin neden baş kaldırdığını iyice anlayamayacaklardı.

Nitekim birçok din taraftarları, kendi şehirlerinde hak için kıyam ettiler, ama kimsenin onların hedef ve amaçlarından haberi olmadı. Niçin öldürüldüklerinin sebebi bile bilinmedi; hatta düşmanlar, onların kıyamdan amaçlarının ne olduğunun tam tersini halka söyleyip durmuşlardır.

Ama İmam Hüseyin (a.s) hak ve hakikati ortaya çıkarmak için, Recep ayında, Mekke’ye gitti. Çünkü bu ayda insanlar Umre için Mekke’ye geliyorlardı. Arefe gününe kadar orada yüz binlerce insana konuşma yapıp gerçekleri herkese anlatıyordu. Yezid’in, şecere-i tayyibe olan La ilahe illallah’ın kökünü kazımak istediğini, hilafet iddiasında olan bu çirkef insanın, dinin temelini yok etmeye çalıştığını, şarap içip kumar oynadığını, köpek ve maymunlarla oynadığını, dinin hükümlerini ayaklar altına aldığını, ceddi Peygamberin zahmetlerini boşa çıkarmak istediğini, kendisinin ise ceddinin dinini korumak için kıyam ettiğini ve her şeyi göz önüne alarak bütün varlığını feda etmeğe hazır olduğunu halka bildiriyordu.”‌

Demek ki İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamı, Medine’den Mekke’ye ve Mekke’den de Kufe’ye gidişi, dini nişaneleri korumak ve bütün insan toplumuna, Yezid’in dinsiz, bozuk bir ahlak ve inanca sahip olduğunu ve onun, telafi edilmeyecek bir takım zararlı amellerini ilan etmek içindi.

İmam (a.s)’ın kardeşleri, amca oğulları ve O’nu seven dostları, Hazretin Kufe’ye hareketine mani olmak için şöyle diyorlardı: “Size onca mektup yazıp davet eden Kufeliler, vefasızlıklarıyla meşhurdurlar. Yıllardır bu memlekete kök salmış Beni Ümeyye’nin kudreti ve çirkef Yezid’in saltanatıyla baş edemezsiniz. Çünkü hak ehli çok azdır. İnsanlar dünyanın kölesi olmuşlardır. Onların dünyası Beni Ümeyye ile uyuştuğu için Beni Ümeyye’nin etrafında toplanmışlardır. Galip gelmeyeceksiniz. Bu yolculuktan vazgeçin. Eğer Hicaz’da kalmak istemiyorsanız, o zaman Yemen’e gidin. Çünkü orada sizi seven çoktur. Oranın halkı gayretlidir. Sizi yalnız bırakmazlar. Ömrünün sonuna kadar da rahatça orada kalabilirsiniz.”‌

İmam Hüseyin (a.s) gerçeklerin hepsini herkese anlatamıyordu; bu yüzden O’nun bu hareketine mani olmak isteyenlere kısa cevaplar verip geçiyordu. Ama kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye, amcası oğlu Abdullah bin Abbas gibi yakınlarına ve sırdaşlarına şöyle buyurdular:

“Zahirde galip olmayacağımı ben de biliyorum. Zafer ve fetih için de gitmiyorum. Ben ölmeye gidiyorum. Mazlumiyetin gücüyle zulüm ve fesadın kökünü kazımak istiyorum.”‌

Bazılarının kalplerini güçlendirmek için gerçeklerden (sırlardan) bazısını onlara söylemek zorunda kalıyordu. Bir cevabında şöyle buyuruyor:

“Ceddim Resulullah (s.a.a)’ı rüyada gördüm. Bana şöyle buyurdular: “Irak’a git; şüphesiz Allah-u Teala seni öldürülmüş olarak görmek istiyor.”‌

Muhammed bin Hanefiyye ve İbn-i Abbas; “Öyleyse kadınları neden götürüyorsun?”‌ dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdu:

“Ceddim buyurdu ki; ‘Şüphesiz ki Allah onları esir olarak görmek istiyor.’ Resulullah (s.a.a)’in emriyle onları esaret için götürüyorum.”‌

Yani benim şahadetimle Ehl-i Beytimin esaretinde bir sır vardır. Onların esareti benim şahadetimin tamamlayıcısıdır. Mazlumiyetin bayraktarlığını yaparak, Şam’a gidecekler; Yezid’in hilafet ve kudretinin kökünü kazıyacak, küfür ve zulmün bayrağını yıkacaklar.

Öyle de oldu. Nitekim Hz. Zeyneb-i Kubra’nın (selamullah aleyha), Yezid’in kudret ve eğlence meclisinde, Yüzlerce Beni Ümeyye’nin ileri gelenleri, yabancı elçiler ve birçok Yahudi ve Hıristiyanların önünde yaptığı konuşmasıyla ve İmam Seyyid’us- Sacidin Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın da Şam’da Mescid-i Emevi’de, Yezid’in karşısında yaptığı minberdeki hitabesiyle, Beni Ümeyye’nin haşmet ve azameti yok olup halk gaflet uykusundan uyanmıştır.

İmam Seccad (a.s) Şam’da yaptığı konuşmada, Allah Teala’ya hamd-u sena ettikten sonra şöyle buyurdular:

“Bize (Âl-i Muhammed’e) Allah tarafından altı özellik verilmiş, öteki insanlara göre yedi faziletimiz vardır. Bize, ilim, sabır, cömertlik, fesahat, yiğitlik ve müminlerin kalplerine sevgimiz verilmiştir. Öteki insanlara faziletlerimiz ise şunlardır: Seçilmiş peygamber Muhammed (s.a.a) bizdendir, Sıddık Emir’ul- Müminin Ali bin Ebi Talib (a.s) bizdendir, Cafer-i Tayyar bizdendir, Allah’ın Resulünün aslanı Hamza bizdendir, bu ümmetin iki sıbti (iki evladı İmam Hasan ve İmam Hüseyin) bizdendir ve bu ümmetin Mehdi’si bizdendir.”‌

Sonra kendisini tanıtmaya başlayarak şöyle buyurdular:

“Beni tanıyanlar tanıyor; tanımayanlara ise şimdi kendimi tanıtıyorum: Ben, özel sıfat ve faziletlere sahip olan Hatem’ul- Enbiya Muhammed bin Abdullah (s.a.a)’in evladıyım...”‌

(Meclisin vaktinin kısıtlı olması, İmam (a.s)’ın buyurduğu o sıfatların hepsini zikretmeye müsaade etmiyor.)

Daha sonra İmam Seccad (a.s), Muaviye (lanetullahi aleyh)’in zamanında, üzerinde yıllarca gece gündüz açıkça mevlamız ve muvahhidlerin mevlası Emir’ul- Müminin Ali (a.s)’a lanetler okunduğu, binlerce iftirada bulunulduğu minberin üzerinde Yezid, Beni Ümeyye ve düşmanlarının önünde, Şamlılara ulaşması engellenen Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini beyan ederek şöyle buyurdular:

“Ben, insanlar “La ilahe illallah”‌ diyene dek onların burunlarına kılıç vuranın oğluyum; ben, iki kılıçla[18] Resulullah’ın önünde savaşan, düşmanı iki mızrakla vuran, iki kere hicret eden, iki kere biat eden, kafirlerle Bedir ve Huneyn’de savaşan ve bir göz kırpması süresince bile Allah’ı inkar etmeyenin oğluyum; ben, müminlerin salihi, peygamberlerin varisi, dinsizleri yok eden, Müslümanların başbuğu, mücahitlerin nuru, abidlerin ziyneti, ağlayanların (Allah korkusundan) tacı ve sabırlıların sabırlısı, alemlerin Rabbinin elçisi olan Âl-i Yasin’in namaz kılanlarının en iyisinin oğluyum; ben, Cebrail’in onayladığı ve Mikail’in yardım ettiği insanın oğluyum; ben Müslümanların haremini koruyan, dinden çıkanları (Nehrevanlıları), biatten dönenleri (Cemel savaşına katılanları), zulüm ve tağut ehlini (Sıffin savaşına katılanları) ve kendi düşmanı olan Nasibileri öldüren, Kureyş’in hepsinin en iftiharlısı olan, müminlerin içinde Allah ve Resulünün davetini ilk kabul eden, imanda herkesten öne geçen, zalimlerin belini kıran, müşrikleri helak eden, Allah’ın münafıklara karşı oklarından bir ok olanın oğluyum; ben, Rabb’ul- Alemin’in hikmet dili, Allah’ın hikmet gülistanı, O’nun ilim heybesi, cömert, bağışlayıcı, güler yüzlü... bütün savaşlarda öncü, yiğit, çok sabırlı ve güzel ahlaklı olan, (ibadet için) çok kıyam eden, nefsini arındırmış olan... (fasık) grupları dağıtan, direnişiyle nefsinin irade dizginini elinde tutan, kalbi herkesten daha güçlü ve daha sabit olan, azmi herkesten güçlü olan, mazlumların hakkını herkesten daha iyi alan, en dayanıklı insan olan, azmi en sabit, savaş meydanlarında kızgın bir aslan gibi olan, savaşlarda ona (ister yaya olsun, ister atlı) yaklaşanları mızraklarla yere seren, fırtınanın kumu, tozu, toprağı dağıttığı gibi din düşmanlarını dağıtan, Hicazlıların en cesuru, Iraklıların en kahramanı, Mekki ve Medeni olan, her batıl dinden yüz çevirip İslam’a yönelen, Akabe’de biat eden, Bedir ve Uhud kahramanı olan, ağacın altında biat eden (Rıdvan biatine katılan), Allah için hicret eden, Arapların efendisi, Peygamberin iki evladı Hasan ve Hüseyin’in babası olanın oğluyum; işte bu sıfatların sahibi benim ceddim olan Ali bin Ebi Talip’tir.”‌

İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) sonra şöyle buyurdular:

“Ben, Hatice-i Kubra’nın oğluyum; ben, Fatımat’üz- Zehra’nın oğluyum; ben, başı arkadan kesilmiş olanın oğluyum; ben, susuz dudaklarla şehit olanın oğluyum; ben, diğer insanlara serbest bırakılıp da kendisine suyun men edildiği kimsenin oğluyum; ben, gusül verilmeyip kefenlenmeyenin oğluyum; ben, kesilmiş başı mızrakla dolaştırılanın oğluyum; ben, Kerbela’da ailesinin hürmeti gözetilmeyenin oğluyum; ben, mukaddes bedeni bir yerde başı da diğer bir yerde olanın oğluyum; ben, ailesi esir edilip Şam’a getirilenin oğluyum.”‌

Sonra İmam (a.s) yüksek sesle ağlamaya başladı; sürekli ben, ben diyordu (dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini sayıyordu); nihayet halk da galeyana gelip çığlık atarak ağlamaya başladılar.

İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden sonra, O’na (a.s) tutulan ilk matem meclisi, işte Şam’da Emevi Camisinde tutulan bu matemdi. Seyyid’üs- Sacidin Hz. Zeyn’ul- Abidin (a.s) dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini anlattıktan sonra Yezid’in ve düşmanlarının karşısında babası İmam Hüseyin (a.s)’ın başına gelenleri anlatmaya başladı. O kadar anlattı ki halk hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle ki Yezid korkuya kapılarak camiyi terk etmek zorunda kaldı.

İmam Seccad (a.s)’ın bu camide yaptığı konuşmalar Emevilerin aleyhine başlayacak olan kıyamın ortamını hazırladı. (Bu yüzden Yezit, siyaset icabı pişmanlığını bildirip bu feci olayın suçunu lanetli Ubeydullah bin Mercane’nin üstüne atarak onu lanetledi.) Sonunda Beni Ümeyye’nin küfür, zulüm ve dinsizlik saltanatı yıkıldı.

Şimdiye kadar Şam’da, yani Beni Ümeyye’nin zulümle hüküm sürdükleri başkentlerinde, onlardan hiçbir kimsenin kabri baki kalmamıştır. Oysa Ben-i Haşim ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden birçok kimsenin mezarı orada olup Şamlıların ve her arif, bilgin, Şia ve Sünni’nin ziyaretgahı haline gelmiştir.

Kısacası, bütün tarihçiler ve Kerbela olayını yazanlar, İmam Hüseyin (a.s)’ın Medine’den Mekke’ye, Mekke’den Kerbela’ya kadar olan süre içinde açıkça ve üstü kapalı olarak daima şehit olacağını söylediğini ve insanlara, ölmek için gittiğini anlattığını yazmışlardır.

İmam Hüseyin (a.s) Mekke’de “Terviye”‌ günü birçok müslümanın önünde bir hutbe irat ederek kendi şahadetini açıkça haber verdi. Allah’a hamd-u sena, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’e salat ve selamdan sonra şöyle buyurdular:

“Ölüm genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi, Adem oğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Yakup nasıl Yusuf’u özlemiştiyse, ben de geçmişlerimi öylesine özlemişimdir ve ulaşacağım şahadet yeri, benim için tayin edilmiştir. Sanki görüyorum; Nevavis’le[19] Kerbela arasında aç kurtlar bedenimi paramparça ediyorlar...”‌

Bu sözleri ile, Kufe’ye yani hilafetin merkezine gidemeyeceğini, Kerbela ile Nevavis arasında kan içici kurtlar tarafından öldürüleceğini insanlara bildiriyordu. Kurtlardan amaç, Beni Ümeyye ve diğer kabilelerden olan kendi katilleridir.

 Özetleyecek olursak bu gibi sözler, İmam Hüseyin (a.s)’ın hilafet için değil şahadet için hareket ettiğini göstermektedir. Yol boyunca çeşitli şekillerle ölüm haberini veriyordu. Mola verdiği her yerde çocukları ve ashabını toplayıp hep şöyle buyuruyordu:

“Yahya’nın başını kesip zinakar bir kadına göndermeleri, bu dünyanın ne kadar aşağılık ve değersiz olduğunu göstermeye yeter. Yakında ben mazlumun başını da bedenden ayırıp şarap içen Yezid’e götürecekler.”‌

Kufe’ye on fersah kaldığında Hür bin Yezid-i Riyahi 1000 atlı ile İmam Hüseyin (a.s)’ın yolunu keserek; “Sizin Kufe’ye gitmenize engel olmam ve sizden kopmamam için Ubeydullah bana emr etmiştir.”‌ dedi. İmam (a.s) herhangi sert bir tepki göstermeksizin teslim olup orada konakladı.

Beyler birazcık düşünün, eğer İmam Hüseyin (a.s) emirlik ve hilafet sevdasında olsaydı, Hürr’e teslim olur muydu? Hürr’ün 1000 taneden fazla da askeri yoktu. İmam Hüseyin (a.s)’ın atlı-yaya 1300 askeri vardı; bunların içinde Kamer-i Beni Haşim Hz. Abbas ve Hz. Ali Ekber gibi yiğit gençler de vardı. Onların her biri tek başına 1000 kişiyi dağıtmaya yeterdi. Ayrıca Kufe’ye de 10 fersahtan fazla bir şey kalmamıştı. Tabiatıyla onları ortadan kaldırıp hükümetin merkezine (Kufe’ye) girmesi gerekirdi. Halk da savaş hazırlığı içerisinde O’nu (a.s) bekliyordu. Bu şekilde galip gelebilirdi. Oysa İmam (a.s) böyle yapmadı. Hürr’ün sözü ile orada çölün ortasında kaldı, dört gün sonra da düşmana yardımcı birlikler gelerek Peygamberin evladının durumu daha da zorlaştı.

Beyler konuya iyice dikkat etmiş olsalar cevaplarını alırlar. İmam Hüseyin (a.s) başka bir amaçla bu kadar yolu gelmişti. Hilafet düşüncesi olsaydı, düşmanlar onu her taraftan kuşattığı ve bu kuşatma en şiddetli halini aldığında, sınırlı gücünün dağılması için de bir ortam hazırlamazdı. Aşura gününden önceki akşam yaptığı konuşma ve hutbeler de, bizim iddiamızı doğrulamaktadır. Çünkü o geceye kadar atlı ve yaya olmak üzere 1300 kişi İmam (a.s)’ın yolunda savaşmaya hazırdılar.

Ama İmam (a.s) akşam ve yatsı namazlarından sonra yüksek bir yere çıkarak uzun bir hutbe irat ettiler; hutbesinde bir takım öyle sözlere değindiler ki, İmam (a.s)’ın ordusuna makam ve dünya malı için katılan kimseleri büyük bir korku sardı. Bütün mekatil kitapları, İmam (a.s)’ın şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Buraya hükümet ve riyaset düşüncesi ile gelenler bilsinler ki, yarın burada olan herkes öldürülecektir. Onlar benden başka kimseyi istemiyorlar. Ben biatimi sizlerden kaldırdım. Gecenin karanlığından yararlanarak kalkın gidin.”‌

Daha İmam (a.s)’ın sözleri bitmeden herkes kalkıp gitti; geriye sadece 42 kişi kaldı. O kırk iki kişinin 18’i Ben-i Haşim’den 24’ü ise İmam Hüseyin (a.s)’ın öteki ashabıydı. Gece yarısından sonra düşman ordusundan 30 kişi İmam Hüseyin (a.s)’ı arkadan vurmak için geldiler. İmam (a.s) o arada Kur’ân okuyordu. Onlar, İmam (a.s)’ın bu Kur’ân okuyuşu karşısında öyle etkilendiler ki, tevhid ordusuna katılıp İmam (a.s)’ın safına geçtiler. Onlar ile birlikte hakkın kurbanları 72 kişiye ulaştı. Onların da çoğu zahit, abid ve Kur’ân karisiydiler.

Bütün bunlar, İmam (a.s)’ın makam düşkünü ve hilafet peşinde olmadığını gösteren açık delillerdir. İmam Hüseyin (a.s)’ın hedefi sadece dini ihya etmek ve İslâm’ı savunmak idi. Bunu da, bu yolda can vermekle yapmak istiyordu. Can vererek Lâ ilahe illâllah bayrağını yükseltip küfür ve fesat bayrağını yıkmayı amaçlamıştı. Çünkü dine yardım etmek bazen öldürmekle bazen de ölmek ile olur. İmam Hüseyin (a.s) da mertçe kıyam edip birçok kurbanlar vererek özellikle küçük çocuklarını kurban vererek mazlumiyetin gücüyle Beni Ümeyye’nin fesat ve zulmünün kökünü kazıdı. Öyle ki İmam Hüseyin (a.s)’ın La ilahe illallah kelimesini yüceltmek için dine büyük bir hizmet yaptığını, dost düşman herkes tasdik ve takdir etmektedir. Hatta Müslüman olmayanlar bile bunu itiraf ediyorlar.

İmam Hüseyin (a.s)’ın Mazlumiyeti Hakkında İngiliz Kadının Makalesi

19. y.y’da yazılan Fransızca bir ansiklopedide bir İngiliz bilgin kadının “Üç Şehit”‌ adlı uzun makalesi yayınlanmıştır. O makalenin özeti şöyledir: “İnsanlık tarihinde üç kişi, hakkın yücelmesi için her fedakarlıktan daha üstün bir fedakarlık yapmıştır: Birincisi; Yunanlı hekim Sokrat’tır. İkincisi; Hz. İsa bin Meryem (a.s)’dır. (Bu kadın Hıristiyan olduğu için Hz. İsa (a.s)’ın öldürüldüğüne inanıyor, ama biz Müslümanlar onun öldürüldüğüne ve asıldığına inanmıyoruz. Çünkü Kur’ân’ı Kerim Nisa suresi 157. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“Oysa O’nu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.”‌

Üçüncüsü; Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a)’in torunu Hz. Hüseyin’dir.”‌

Daha sonra şöyle devam ediyor: “Bu üç kişinin şahadet şekline ve durumlarına bakıldığı zaman, Hz. Hüseyin’in öteki ikisinden (Sokrat ve Hz. İsa) daha önemli ve daha güçlü olduğunu herkes onaylamaktadır. Bu yüzden O’na Seyyid’üş- Şüheda denmektedir. Çünkü Sokrat ve Hz. İsa (a.s) hak yolunda sadece kendi canlarını feda ettiler. Ama Hz. Hüseyin (a.s) vatanından uzak bir çölün ortasında, kimsenin elinin ulaşamayacağı bir yerde düşmanlar tarafından kuşatıldı ve en azizlerini hak yolunda feda etti. Onların her birini feda etmek, O’nun için kendi başını vermekten daha zordu. Kendi eliyle onları düşmanın önüne göndererek bu yolda kurban etti. İmam Hüseyin (a.s)’ın mazlumiyetine en büyük delil, kundakta daha süt emen çocuğunu kurban etmesidir. Süt emen çocuğa su istemek için getirdiklerinde, o aşağılık kavim su vermek yerine onu okladılar. Dünya tarihinde böyle bir şey görülmemiştir.

Düşmanın bu hareketi, Hüseyn’in mazlumiyetini ispat etti. İşte bu mazlumiyet gücüyle, güçlü Beni Ümeyye ailesinin izzetini yok ederek onları bütün alem önünde rezil etti. O’nun ve ailesinin fedakarlıkları sonucu, Muhammed (s.a.a)’in dini yeniden hayat kazandı.”‌

Alman doktor Martin, Fransız doktor Joseph vb.. gibi Avrupalı tarihçilerin hepsi, yazdıkları tarih kitaplarında Seyyid’üş- Şüheda Hz. Hüseyin (a.s)’ın kıyam ve fedakarlıklarının İslâm dinini canlandırdığını ve Beni Ümeyye’nin zulüm ve küfrüne engel olduğunu onaylamaktalar. Eğer O’nun bu kıyamı olmasaydı, Beni Ümeyye tevhid dininin esasını tamamıyla ortadan kaldıracak ve alemde Allah, Peygamber, din ve şeriat adına hiçbir şey bırakmayacaklardı.

İstenen Sonuç ve Gerçeğin Ortaya Çıkması

Arz ettiklerim sözlerin neticesi şudur ki; insaflı dost ve düşman herkes, Hz. Seyyid’üş- Şüheda’nın (ruhlarımız ona feda olsun) kıyam ve savaşını, din için yapılan bir kıyam ve savaş olarak kabul etmekteler.

Bu bakımdan, İmam Hüseyin (a.s)’ın Şiaları, matem tutanları ve ziyaretçileri, O’nun Yezid’e karşı çirkin işler işlediğinden dolayı savaştığını duyunca, O Hazretin haram ve çirkin olan işlerin yapılmasına razı olmadığını anlıyorlar. İşte bundan dolayı Şialar, İmam Hüseyin (a.s)’ın sevmediği çirkin işlerden uzak durup yapılması farz olan amelleri titizlikle yerine getirmeye çalışıyorlar.

Şialar, İmam Hüseyin (a.s)’ın onca büyük musibet ve belalara rağmen Aşura günü -ki dünya tarihinde böyle bir şey görülmemiştir- namazını terk etmediğini, hatta öğle namazını cemaatle kıldığını duyunca ve tarih kitaplarında okuduklarında, İmam (a.s)’ın sevgisini kazanmak için farzları, hatta sünnetleri ciddiyetle yerine getirmeye gayret gösteriyorlar. Zira İmam (a.s)’ın sevgisini kazanmak, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmak demektir.

İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamının, bir makam elde etmek için gerçekleştiğini zanneden sizin gibi beyler, yanılmakta veya mugalata yaparak gerçeği saptırmak istiyorlar. Böylesi hadisler, sizin düşüncenizin aksine Şiaların ruhunu güçlendirip onları amele sevk ediyor. Özellikle bu konu genişçe anlatılır ve İmam (a.s)’ın şahadetinin felsefesi güzelce beyan edilirse, çok iyi sonuçlar doğurur.

Nitekim bizim kendimiz, sürekli böyle güzel neticelere şahit olmuşuz. Zira her yıl Muharrem ayında, halkın yas elbiseleri giyerek İmam Hüseyin (a.s)’ı anma merasimlerine kalabalık bir şekilde katılmaları ve alimlerin İmam (a.s)’ın kıyamının felsefesini açıklamaları neticesinde, şeytanın hilelerine aldanmış olan birçok gençler, İmam (a.s)’ın vücudunun bereketi ile tövbe edip doğru yola gelerek günahları terk ediyor ve gerçek Şiaların safına katılıyorlar.

(Söz buraya ulaştığında, toplantıda bulunanların çoğunun gözlerinden yaşlar akmaya başladı, meclise büyük bir sessizlik hakim oldu. Biz de bu oturumu sona erdirmek istiyorduk.)

Nevvab: Kıble sahip! Gerçekten bizi çok etkilendirdiniz. Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan çok fedakar insanı kısa süre içerisinde güzel bir şekilde anlattınız bizi minnettar ettiniz, ceddiniz Resulullah (s.a.a) size karşılık versin. Şu anda burada herkesin İmam Hüseyin (a.s) için üzüldüğünü görüyorum. Bizi yararlandırdığınızdan dolayı Allah sizden razı olsun, sizi kendi lütuf ve rahmetine ulaştırsın.

Şimdiye kadar körü körüne başkalarının etkisinde kalıp o mazlum mevlanın ziyaretine gidemedik ve matem meclislerinde bulunamadık. Bu yüzden söylediğiniz faydalardan da mahrum kaldık. Bunun nedeni ise hatalı tebliğler, yersiz taassuplardan başka bir şey değildir. Bize diyorlar ki; O mevlayı ziyaret etmek ve O’nun matem meclislerinde bulunmak bidattir. Gerçekten ne de güzel bir bidattir! İnsanı uyandırıyor, marifet sahibi ediyor. Peygamber’in Ehl-i Beytinin hakikatini ve İslâm’a hizmet edenleri insana tanıtıyor.

Ziyaretin Sevap ve Faydaları

Davetçi: Peygamber (s.a.a)’in pâk Ehl-i Beytinin matem meclisleri ve onların kabirlerini ziyaret etmenin bidat olmasıyla ilgili söylediğiniz sözlere gelince; kesinlikle o sözler Havariç ve Nasibilerden kaynaklanmıştır; alimleriniz de düşünmeksizin onlara uymuşlardır. Halbuki bidat; Allah’tan, Peygamberden ve Kur’ân’ın eşiti olan Peygamberin Ehl-i Beytinden gelmeyen her emirden ibarettir.

İmam Hüseyin (a.s)’a ağlamak ve O Hazreti ziyaret etmek hakkında Şiaların kitaplarının yanı sıra, sizin de güvenilir kitaplarınızda ve her iki fırkanın büyük alimlerinin yazdığı maktellerde, pek çok hadisler nakledilmiştir. Onların bazılarına daha önce değindik. Şimdi, zamanın darlığını göz önüne alarak, bütün mekatil ve muteber hadis kitaplarında, İmam Hüseyin (a.s)’ı ziyaret etme hakkında nakledilen meşhur bir hadisi nakletmekle yetiniyorum:

“Bir gün Resulullah (s.a.a) Ümm’ül- Muminin Aişe’nin evindeydi. Bu arada İmam Hüseyin (a.s) geldi. Peygamber (s.a.a), onu kucağına alarak o kadar onu öpüp kokladı ki, sonunda Aişe (dayanamayarak) şöyle dedi: “Anam, babam sana feda olsun! Hüseyin’i ne kadar seviyorsun?”‌

Peygamber (s.a.a); “Onun ciğerimin parçası ve reyhanım olduğunu bilmiyor musun?”‌ buyurarak ağladı.

Aişe, ağlamasının nedenini sorunca, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Beni Ümeyye’nin, Hüseynime vuracakları kılıç ve mızraklarının yerini öpüyorum.”‌

Aişe: “Onu öldürecekler mi?”‌ diye sordu.

Peygamber (s.a.a): “Evet; susuz ve aç olarak şehit edecekler. Benim şefaatim kesinlikle onlara yetişmeyecektir. O’nun şahadetinden sonra O’nu ziyaret edenlere ne mutlu!”‌

Aişe: “Ya Resulellah! Onu ziyaret edenin sevabı ne kadar olacak?”‌

Peygamber (s.a.a): “Benim bir haccım kadar.”‌

Aişe şaşırarak: “Sizin bir haccınız kadar mı?”‌

Peygamber (s.a.a): “Benim iki haccımın sevabı kadar.”‌

Aişe daha da şaşırınca, Peygamber (s.a.a): “Benim dört haccımın sevabı kadar.”‌ buyurdular.

Resulullah (s.a.a) İmam Hüseyin (a.s)’ı ziyaret edenlerin sevabını durmadan artırıyordu. Aişe ise bu sevaplar karşısında şaşkın kalıyordu. Sonunda Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Aişe! Kim benim Hüseyin’imi ziyaret ederse, Allah Teala benim doksan hac ve doksan umremin sevabını o ziyaret edenin amel defterine yazar.”‌ Artık Aişe bir şey demeyip sustu.

Beyler, Allah aşkına insafla hüküm verin. Resulullah (s.a.a)’in önemle tavsiye ettiği böyle bir ziyaret bidat mıdır? İmam Hüseyin (a.s)’ın kabrinin ziyareti ve O’nun matem merasimlerine gitmekle muhalefet eden ve buna bidat diyen kimse, kesinlikle Hz. Peygamber ve O’nun Ehl-i Beyti (a.s) ile düşmanlık etmektedir.

Ehl-i Beyt İmamlarının Kabirlerini Ziyaret Etmenin Faydaları

Masum İmamların kabirlerini ziyaret etmenin manevi faydaları ve uhrevi (ahiret) sevaplarının yanı sıra, dünyevi yararları da vardır. Çünkü bu ziyaretler insanlara canlılık kazandırarak birçok ibadeti yerine getirmelerine sebep oluyor. Düşünebilen herkes bundan nasipsiz kalmak istemiyor.

Eğer bu mukaddes yerlerin ziyaretine gidecek olursanız, kendi gözlerinizle oraların insanlarla dolup taştığını görürsünüz. Gece gündüz -birkaç saat dışında- o mekanlar açık olup ziyaret edilmektedirler. Açık olmayan süre içerisinde ise oraların temizliği yapılır ve orada çalışanlar istirahat ederler.

Ziyaretçilerin hepsi, farz ve sünnet namazlar kılmak, Kur’ân okumak, zikir ve dua etmek gibi çeşitli ibadetlerle meşgul olurlar. Kendi şehir ve vatanlarında farzların dışındaki ibadetlerini yerine getiremeyenler, sabah ezanından iki saat önce, Allah’a ibadet eder, Kur’ân okur ve Allah korkusundan ağlarlar. Bunları orada adet edinip şehir ve vatanlarına döndüklerinde de aynı ibadetlere devam eder, günah işlemez, sünnet ve kaza namazlarını büyük bir istekle yerine getirirler.

Acaba, birçok amelin yerine getirilip insanların çeşitli ibadetlerle meşgul olmasına sebep olan bu ziyaretler bidat mıdır?

Her gün, sabah, öğle ve akşam olmak üzere en az üç defa, her defasında en az iki-üç saat namaz, dua, Kur’ân ve zikirler okumakla Allah’ın rahmet ve lütfunu kazanmaya çalışıyorlar.

Eğer masum İmamların (Allah’ın rahmeti onların hepsinin üzerine olsun) ziyareti, bu çeşit ibadetlere sebep olma faydası dışında, diğer herhangi bir faydası olmasaydı bile, sırf bunun için Müslümanların ziyarete teşvik edilmesi uygun olurdu. Kendi şehirlerinde dünyevi işler ile meşgul olmaktan dolayı fazla ibadet edemeyenler, bu vesileyle, bütün mutluluk ve saadetlerin temeli olan Rableriyle ilişkilerini sağlamlaştırarak maneviyat elde etmiş oluyorlar.

Siz, Ehl-i Sünnet şehirlerinde, ister alim, ister cahil herkesin, yirmi dört saat boyunca sürekli ibadetle meşgul olduğu -camilerin dışında- mukaddes bir yer gösterebilir misiniz? Camilerde de halk sadece namaz kılıp hemen dağılıyorlar. Bağdat’ta Şeyh Abdulkadir Giylani ve Muazzam’da İmam Ebu Hanife’nin kabirlerinin olduğu mekanlar ise her zaman kapalı olup sadece namaz vakitleri açık oluyorlar. Orada da birkaç kişi gelip namazlarını kılıyor, sonra da hemen dağılıp gidiyorlar.

Ama Şia’nın iki hak İmamının -yani İmam Ali Naki ile İmam Hasan Askeri’nin- kabirlerinin bulunduğu ve bütün halkı, hatta türbelerin hizmetçileri bile Sünni olan Samerra şehrinde, şafak vakti olunca, türbelerin kapıları, ziyaretçi ve ilim ehli olan talebelerin izdihamından dolayı zor açılıyor. Sünnilerden, -ister alim olsun ister cahil- hiçbir kimsenin orada bulunan caminin bir köşesinde ibadetle meşgul olduğunu görmedim. Hatta o hadimler bile o kapıları açtıktan sonra gidip yatıyorlar. Oysa Şialar haremde büyük bir şevk ile ibadetle meşgul oluyorlar. Bu mukaddes yerlerin Şialara kazandırdığı eser ve bereketler işte bunlardır.

Allah nasip eder Irak’a giderseniz, orada birbirinden iki fersah uzaklığı olan iki şehir göreceksiniz. O iki şehir Kazimeyn ve Bağdat’tır. Kazimeyn; Şiaların merkezi olup İmam Musa bin Cafer (a.s) ve İmam Muhammed bin Ali el-Cevad (a.s)’ın kabirlerinin olduğu yerdir. Bağdat ise Ehl-i Sünnetin merkezi olup Şeyh Abdulkadir Giylani ve sizin imam A’zamınız Ebu Hanife’nin kabirlerinin olduğu yerdir.

Biraz dikkat edecek olursanız, Şiaların hak İmamlarının yüce hedeflerini anlamakta güçlük çekmezsiniz. Kazimeyn halkı, masum İmamların kabirlerinin bereketi ve o iki nurlu kabirin ziyareti aşkından dolayı akşam erken yatıp sabah ezandan önce kalkarak büyük bir şevk ile (türbelerin bulunduğu yere giderek) ibadete koyulurlar. Evleri Kazimeyn’de, dükkanları ise Bağdat’ta olan birçok Şia tüccar da, sabahları ibadetlerini orada yapıp sonra işleri için Bağdat’a giderler. Ama Bağdat halkı, gaflet uykusuna dalıp günah ve ayyaşlıkta gark olmuşlardır!

Nevvab: Doğrusu, şimdiye kadar araştırmadan körü körüne bazılarının sözüne inanıp onların peşinden gittiğim için kendime lanet etmek istiyorum. Birkaç yıl önce buradan bir kafile Bağdat’a gidiyordu. Ben de onlar ile imam Azam Ebu Hanife ve Şeyh Abdulkadir’in (r.z) ziyaretlerine gittim. Bir gün de Kazimeyn’i gezmeye gideyim dedim. Gidip döndüğümde arkadaşlarım bana çok kızdılar.

Gerçekten çok ilginçtir; nasıl oluyor da, Resulullah (s.a.a)’den herhangi bir hadis olmadığı halde Muazzam’da imam A’zam’ın, Bağdat’ta Şeyh Abdulkadir’in, Hindistan’da Nizamuddin’in veya Mısır’da Şeyh Ekber Mukbiluddin’in ziyaretleri câiz oluyor, ama Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan ve Allah yolunda fedakarlık eden Hüseyin (a.s)’ın ziyareti bidat oluyor?! Halbuki Peygamber (s.a.a) Hz. Hüseyin’i ziyaret etmenin o kadar çok sevabı olduğunu beyan buyurmuştur. Akıl da bunu kabul ediyor!

Şu an kesin karar aldım ki, eğer sağ kalırsam inşaallah bu yıl Allah’ın rızasını kazanmak için Resulullah (s.a.a)’in aziz evladı Şehit Hüseyin’in ziyaretine gideceğim. Allah’tan geçmişte yaptıklarımızın bağışlamasını diliyorum. Bu gece üzüntülü olarak huzurunuzdan ayrılıyorum. İnşallah yarın akşam görüşürüz.


[18] - İki kılıçtan maksat; Zülfikar kılıcı ve ondan önceki kılıçtır.

[19] - Merhum Hacı Şeyh Abbas-i Kummi (r.a) “Nefes’ul- Mehmum”‌da şöyle yazıyor: “Şeyhimiz Muhaddis-i Nuri (r.a) “Nefes’ur- Rahman”‌ adlı kitabında şöyle diyor: “Nevavis, Hıristiyanların kabristanıdır.”‌ Nitekim Kef’ami’nin haşiyesinde de böyle yazmışlardır. Duyduğumuza göre bu kabristan Kerbela’nın kuzey doğusunda Hür binYezid-i Riyahi’nin olduğu yerdedir. O bölgenin halkı, güneyinden nehrin geçtiği yere Kerbela diyorlar. Bu nehir İbn-i Hamza diye meşhur olan yerden de geçmektedir. Buranın bir kısmı bağlık bir kısmı da ekim alanıdır. Kerbela bu ikisinin arasındadır.

PEŞAVER GECELERİ:“Ali’yi Sevmek Hasenedir”‌‌ Hadisinin Ehl-i Sünnet Kitaplarından Senetleri ve Manası

PEŞAVER GECELERİ:Hz. Fatıma’nın Çocuk Düşürdüğüne Dair Rivayetler

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)